HiKaYeLeR

ANa SaYFa YoRUMLaR ReSiMLeR_1 ArKaDaSLaRiM  Sevgi sozleri HiKaYeLeR BeLDeMiZ ASKiN Belirtileri SIVAS genel bilgi OZaNLaRimiZ E-KaRT ReSiMLeR_2 KaNGaL BiLGiSi KaNGaLiN OZeLLi Astroloji Cep Mesajlari Gazeteler Ascii Mesajlar Ask testi ATATURKuN HAYATI OYuNLaR VideoLaR TURKSAT UYDU

Seçme HİKAYE ve YAZILAR

TUZLU KAHVE

Kiza bir partide raslamisti... Harika birseydi. O gün pesinde o kadar delikanli vardi ki... Partinin sonunda kizi kahve icmeye davet etti. Kiz parti boyu dikkatini cekmeyen oglanin davetine sasirdi, ama tam bir kibarlik gösterisi yaparak kabul etti. Hemen kösedeki sirin kafeye oturdular. Delikanli öyle heyecanliydi ki, kalbinin carpmasindan konusamiyordu. Onun bu hali kizin da huzurunu kacirdi...
-Ben artik gideyim
demeye hazirlanirken, delikanli birden garsonu cagirdi...
-Bana biraz tuz getirir misiniz" dedi... Kahveme koymak icin...
Yan masalardan bile saskin yüzler delikanliya bakti... Kahveye tuz!.. Delikanli kipkirmizi oldu utanctan, ama tuzu kahvesine döktü ve icmeye basladi. Kiz, merakla:
-Garip bir agiz tadiniz var dedi...
Delikanli anlatti:
-Cocukken deniz kenarinda yasardik. Hep deniz kenarinda ve denizde oynardim. Denizin tuzlu suyunun tadi agzimdan hic eksilmedi. Bu tatla büyüdüm ben... Bu tadi cok sevdim. Kahveme tuz koymam bundan. Ne zaman o tuzlu tadi dilimde hissetsem, cocuklugumu, deniz kenarindaki evimizi ve mutlu ailemi hatirliyorum. Annemle babam hala o deniz kenarinda oturuyorlar. Onlari ve evimi öyle özlüyorum ki
Bunlari söylerken gözleri nemlenmisti delikanlinin.. Kiz dinlediklerinden cok duygulanmisti. Icini bu kadar samimi döken, evini, ailesini bu kadar özleyen bir adam, evi, aileyi seven biri olmaliydi. Evini düsünen, evini arayan, evini sakinan biri... Ev duyusu olan biri.. Kiz da konusmaya basladi.. Onun da evi uzaklardaydi.. Cocuklugu gibi... O da ailesini anlatti. Cok sirin bir sohbet olmustu... Tatli ve sicak... Ve de bu sohbet öykümüzün harikulade güzel baslangici olmustu... tabi... Bulusmaya devam ettiler ve her güzel öyküde oldugu gibi, prenses, prensle evlendi. Ve de sonuna kadar cok mutlu yasadilar.
Prenses ne zaman kahve yapsa prensine icine bir kasik tuz koydu, hayat boyu... Onun böyle sevdigini biliyordu cünkü... 40 yil sonra, adam dünyaya veda etti.
Ölümümden sonra ac diye bir mektup birakmisti sevgili karisina... Söyle diyordu, satirlarinda...
"Sevgilim, bir tanem... Lütfen beni affet. Bütün hayatimizi bir yalan üzerine kurdugum icin beni affet. Sana hayatimda bir tek kere yalan söyledim... Tuzlu kahvede... Ilk bulustugumuz günü hatirliyor musun?. Öyle heyecanli ve gergindim ki, seker diyecekken `Tuz` cikti agzimdan... Sen ve herkes bana bakarken,degistirmeye o kadar utandim ki, yalanla devam ettim. Bu yalanin bizim iliskimizin temeli olacagi hic aklima gelmemisti. Sana gercegi anlatmayi defalarca düsündüm. Ama her defasinda korkudan vazgectim. Simdi ölüyorum ve artik korkmam icin hicbir sebep yok... Iste gercek... Ben tuzlu kahve sevmem, o garip ve rezil bir tat... Ama seni tanidigim andan itibaren bu rezil kahveyi ictim. Hem de zerre pismanlik duymadan. Seninle olmak hayatimin en büyük mutlulugu idi ve ben bu mutlulugu tuzlu kaveye borcluydum. Dünyaya bir daha gelsem, herseyi yeniden yasamak , seni yeniden tanimak ve bütün hayatimi yeniden seninle gecirmek isterim, ikinci bir hayat boyu daha tuzlu kave icmek zorunda kalsam da..."
Yasli kadinin gözyaslari mektubu sirilsiklam islatti. Lafi acildiginda birgün biri, kadina Tuzlu kahve nasil bir sey soracak oldu... Gözleri nemlendi kadinin... Cok tatli!... dedi...

AFFET BABACIĞIM



Evliliğinden beri evinde kalan babası yüzünden eşiyle sürekli tartışıyordu. Eşi babasını istemiyor ve onun evde bir fazlalık olduğunu düşünüyordu. Tartışmalar bazen inanılmaz boyutlara ulaşıyordu.
Yine böyle bir tartışma anında eşi bütün bağları kopardı ve "Ya ben giderim, yada baban bu evde kalmayacak" diyerek rest çekti.
Eşini kaybetmeyi göze alamazdı. Babası yüzünden çıkan tartışmalar dışında mutlu bir yuvası sevdiği ve kendini seven bir eşi ve birde çocukları vardı. Eşi için çok mücadele etmişti evliliği sırasında. Ailesini ikna etmek için çok uğraşmış ve çok sorunlarla karşılaşmıştı.
Hala ona ölürcesine seviyordu. Çaresizlik içinde ne yapacağını düşündü ve kendince bir çözüm yolu buldu. Yıllar önce avcılık merakı yüzünden kendisi için yaptırdığı kulübe tipi dağ evine götürecekti babasını. Haftada bir uğrayacak ve ihtiyacı neyse karşılayacak, böylelikle eşiyle de bu tür sorunlar yaşamayacaktı. Babasına lazım olacak bütün malzemeleri hazırladıktan sonra yatalak babasını yatağından kaldırdı ve kucakladığı gibi arabaya attı. Oğlu
Can "Baba bende seninle gelmek istiyorum" diye ısrar edince onu da arabaya aldı ve birlikte yola koyuldular. Karakışın tam ortalarıydı ve korkunç bir soğuk vardı. Kar ve tipi yüzünden yolu zor seçiyorlardı. Minik can sürekli babasına "Baba nereye gidiyoruz ?" diye soruyor ama cevap alamıyordu. Öte yandan nereye götürüldüğünü anlayan yaşlı adamsa gizli gizli gözyaşı döküyor oğlu ve torununa belli etmemeye çalışıyordu. Saatler süren zorlu yolculuktan sonra dağ evine ulaştılar. Epeydir buraya gelmemişti. Baraka tipindeki dağ evi artık çürümeye yüz tutmuş, tavan akıyordu. Barakanın bir köşesini temizledi hazırladı ve arabadan yüklendiği yatağı oraya itina ile serdi. Sonra diğer malzemeleri taşıdı en sonda babasını sırtlayarak yatağa yerleştirdi. Tipi adeta barakanın içinde hissediliyordu. Barakanın içinde fırtına vardı adeta. Çaresizlik içinde babasını izledi. Daha şimdiden üşümeye başlamıştı.Yarın yine gelir bir yorgan ve birkaç battaniye getiririm diye düşündü. Öyle üzgündü ki Dünya başına göçüyor gibiydi. O bu duygular içindeyken babası yüreğine bıçak saplanmış gibiydi. Yıllarca emek verdiği oğlu tarafından bir barakaya terk ediliyordu.
Gururu incinmişti içi yanıyordu ama belli etmemeye çalışıyordu. Minik Can ise olanlara hiçbir anlam veremiyordu. Anlamsızca ama dedesinden ayrılacak olmanın vermiş olduğu üzüntüyle sadece seyrediyordu. Artık gitme zamanıydı. Babasının yatağına eğildi yanaklarını ve ellerini defalarca öptü.
Beni affet der gibi sarıldı, kokladı. Artık ikisi de kendine hakim olamıyor ve hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Buna mecburum der gibi baktı babasının yüzüne ve Can'ın elini tutup hızla barakayı terketti. Arabaya bindiler. Can yola çıktıklarında ağlamaya başladı neden dedemi o soğuk yerde bıraktın diye. Verecek hiçbir cevap bulamıyordu, annen böyle istiyor diyemiyordu. Can "Baba sen yaşlandığında bende seni buraya mı getireceğim" diye sorunca Dünyası başına yıkıldı.
O sorunun yöneltilmesiyle birlikte deliler gibi geri çevirdi arabayı. Barakaya ulaştığında "Beni affet baba" diyerek babasının boynuna sarıldı. Baba oğul sıkı sıkı sarılmış ve çocuklar gibi hıçkıra hıçkıra ağlıyorlardı. Oğlu "Baba beni affet, sana bu muameleyi yaptığım için beni affet" diye hatasını belli ediyordu.. Babası oğlunun bu sözlerine en anlamlı cevabı veriyordu... "Geri geleceğini biliyordum yavrum. Ben babamı dağ başına atmadım ki, sen beni atasın. Beni bu dağda bırakamayacağını biliyordum

 

 SEVGİ İÇİN

Bir otobüs duraginda karsilasmislardi ilk kez.... Biri tipta okuyordu, öbürü mimarlikta. O ilk karsilasmadan sonra, bir kere, bir kere, bir kere daha karsilasabilmek için, hep ayni saatte, ayni duraktan, ayni otobüse bindiler. Gençtiler, çok genç... Birbirileriyle konusacak cesareti bulmalari biraz zaman aldi ama sonunda basrdilar. Ikisi de her sabah otobüse bindikleri semtte oturmuyorlardi aslinda. Delikanli arkadasinda kaldiği için o duraktan binmisti otobüse, kiz ise ablasinda.... Sirf birbirilerini görebilmek için, her sabah erkenden evlerinden çikip, sehrin öbür ucundaki o durağa, onlarin duragina geldiklerini, gülerek itiraf ettiler bir süre sonra...

Okullarini bitirince hemen evlendiler. Mutluydular hem de çok mutlu... Bazen issiz, bazen parasiz kaldilar ama öylesine SIKI kenetlenmisti ki yürekleri ve elleri hiçbir seyi umursamadilar. Ayin sonunu zor getirdikleri günlerde de ünlü bir doktor ve ünlü bir mimar olduklarinda da hep mutluydular. Zaman asimina ugrayan, aliskanliklara yenik düsen, banka hesabinda para kalmadigi için ya da tam tersine o hesabi daha da kabarik hale getirmek uguruna bitip-tükeniveren sevgilerden degildi onlarinki... Günler günleri, yillar yillari kovaladikça sevgileri de büyüdü, büyüdü... Tek eksikleri çocuklarinin olmamasiydi. Zorlu bir tedavi sürecine ragmen çocuk sahibi olmayinca, "bütün mutluluklarin bizim olmasini beklemek, bencillik olur" diyerek devam ettiler hayatlarina. Çocuk yerine, sevgilerini büyüttüler... "Senin için ölürüm" derdi kadin, simsıki sarilip adama ve adam "Hayir, ben senin için ölürüm" diye yanit verirdi hep...

Bazen eve geldiginde, aynanin üzerinde bir not görürdü kadin, "Bir tanem, kütüphanenin ikinci rafina bak...." Kütüphanenin ikinci rafinda baska bir not olurdu, "Mutfaktaki masanin üzerine bak ve seni çok sevdigimi sakin unutma" Mutfaktaki masadan, salondaki dolaba sevgi dolu notlari okuya okuya kosturan kadin, sonunda kimi zaman bir demet çiçek, kimi zaman en sevdigi çikolatalar, kimi zaman da pahali armaganlarla karsilasirdi... Aldigi hediyenin ne oldugu önemli degildi zaten....

Hayat ne kadar hizli akarsa aksin, isleri ne kadar yogun olursa olsun hep birbirlerine ayiracak zaman buluyorlardi bulmasina ama kirkli yailarin ortalarına geldiklerinde, daha az çalışmaya karar verdiler. Adam, hastaneden ayrildi ve muayenehanesinde hasta kabul etmeye basladi. Kadin da mimarlik bürosunu kapadi ve sadece özel projelerde görev aldi. Artik daha fazla beraber olabiliyorlardi. Bir gün sahilde dolasirken, harap durumda bir ev gördü kadin, üzerinde "satilik" levhasi asili olan. "Ne dersin, bu evi alalim mi?" dedi adama. "Bu viraneyi yiktirir, harika bir ev yapariz. Projeyi kafamda çizdim bile. Kocaman terasi olan, martilari kahvaltiya davet edecegimiz bir deniz evi yapalim burayi..." "Sen istersin de ben hiç hayir diyebilirmiyim?" diye yanit verdi adam. "Amerika'daki tip kongresinden döner dönmez ararim emlakçiyi... Kaç para olursa olsun, burasi bizimdir artik...."

Sadece bir hafta ayri kalacaklarini bildikleri halde, ayrilmalari zor oldu adam Amerika'ya giderken. Her gün, her saat konustular telefonla. Gözyaslari içinde kucaklastilar havaalaninda. Fakat birkaç gün sonra, kocasinda bir tuhaflik oldugunu fark etti kadin. Eskisi kadar mutlu görünmüyor, konusmaktan kaçiniyordu. Onu neselendirmek için, sahildeki evi hatirlatti ve çizdigi projeyi verdi kadin ama hiç beklemedigi bir cevap aldi: "Canim, o ev bizim bütçemizi asiyor. Sen en iyisi o evi unut..."

Mutsuzluk, mutlulugun tadina alismis insanlara daha da aci, daha da çekilmez gelir. Kadin, hiç sevmedi bu beklenmedik misafiri. Derdini söylemesi için yalvardi adama, "Senin için ölürüm, biliyorsun, ne olur anlat" diye dil döktü bos yere... Yillardir sevdigi adam, duyarsiz ve sevgisiz biriyle yer degistirmisti sanki. Ona ulasmaya çalistikça, beton duvarlara çarpiyordu kadin, her çarpmada daha fazla kaniyordu yüregi...

Bir gün, çocuklugunun, gençliginin ve bütün hayatinin birlikte geçtigi arkadasina dert yanarken, "Artik dayanamiyorum, sana söylemek zorundayim" diye sözünü kesti arkadasi. "O, seni aldatiyor. Is yerimin tam karsisindaki restoranda genç bir kadinla yemek yiyiyor her öglen. Sonra sarmas dolas biniyorlar arabaya...." "Sus, sus çabuk, duymak istemiyorum bu yalanlari" diye bagirdi kadin. Onca yillik arkadasini, kendisini kiskanmakla suçladi.... Ertesi gün, ögle vakti o restoranin hemen karsisinda bir köseye sindi sessizce ve peri masallarinin sadece masal oldugunu anladi... Kocasinin eskiden ayni hastanede çalistigi genç çocuk doktorunu tanidi hemen. Bazen evlerinde agirladiklari kadina nasil sarildigini gördü adamin...

Aksam kocasi eve gelir gelmez, bazen bagirip, bazen aglayarak, bazen ona simsıki sarilip bazen de yumruklayarak haykirdi suratina her seyi. Inkar etmedi adam. Zamanla duygularin degisebildigi, insanlarin orta yasa geldiklerinde farklilik aradigi gibi bir seyler geveledi agzinda ve bavulunu alip gitti evden. Kapidan çikarken, "son bir kez kucaklamak isterim seni" diyecek oldu ama kadin, "defol" dedi nefretle...

Ilk celsede bosandilar... Modern bir ask hikayesinin böyle son bulmasina kimse inanamadi. Arkadaslarinin destegiyle ayakta kalmaya çalisti kadin. Adamin, sevgilisiyle birlikte Amerika'ya yerlestigini ögrendi. Bazen yalniz kaldiginda, onu hala sevdigini hissedince, aglama nöbetleri geçiriyor, askin yerini, en az onun kadar yogun bir duygu olan nefretin almasi için dua ediyordu.

Aradan bir yil geçti... Her seyin ilaci oldugu söylenen zaman bile, kadinin derdine çare olamamisti. Bir sabah, israrla çalan zilin sesiyle uyandi. Kapiyi açtiginda, karsisinda o kadini gördü. "Sen, buraya ne yüzle geliyorsun" diye bagirmak istedi ama sesi çikmadi. "Lütfen, içeri girmeme izin ver, mutlaka konusmamiz gerekiyor." dedi genç kadin. Kanepeye ilisti ve zor duyulan bir sesle konusmaya basladi: "Hiçbir sey göründügü gibi degil aslinda. Çok üzgünüm ama o bir saat önce öldü. Geçen yil Amerika'daki kongre sirasinda ögrendi hastaligini ve yaklasik bir senelik ömrü kaldigini. Buna dayanamayacagini, hep söyledigin gibi onunla birlikte ölmek isteyecegini biliyordu. Seni kendinden uzaklastirmak için, benden sevgilisi rolünü oynamami istedi. Ailesine de haber vermedi. Birlikte Amerika'ya yerlestigimiz yalanini yaydi. Oysa ilk karsilastiginiz otobüs duraginin karsisinda bir ev tutmustu. Tedavi görüyor ve kurtulacagina inaniyordu ama olmadi. Gece fenalasmis, bakicisi beni aradi, son anda yetistim. Sana bu kutuyu vermemi istedi..." Gözlerinden akan yaslari durduramayacagini biliyordu kadin. Hemen oracikta ölmek istiyordu. Eline tutusturulan kutuyu açmayi neden sonra akil edebildi. Itinayla katlanmis bir sürü kagit duruyordu kutuda. Ilk kagitta, "Lütfen bütün notlari sirayla oku birtanem" diyordu... Sirayla okudu; "Seni çok sevdim", "Seni sevmekten hiç vazgeçmedim", "Senin için ölürüm derdin hep, doğru söyledigini bilirdim." "Fakat benim için ölmeni istemedim" "Simdi bana söz vermeni istiyorum." "Benim için yasayacaksin, anlastik mi?" son kagidi eline alirken, kutuda bir anahtar olduğunu gördü kadin... Ve son kagitta sunlar yaziliydi: "Sahildeki evimizi senin çizdigin projeye göre yaptirdim. Kocaman terasta martilarla kahvalti ederken, ben hep seni izliyor olacagim...."

 

 

 

SEVGİLERİ YARINLARA BIRAKTINIZ

"Sevgileri yarınlara bıraktınız."

der Behçet Necatigil şiirinde.
"Kalbinizi dolduran duygular kalbinizde kaldı."
Yaşamak ve sevmek için hep bilinmeyen bir zamanı bekleriz. Önce diploma
almalıyızdır. Sonra iş, güç sahibi olmalıyızdır. Sonra ev, araba ve tüm
eşyaları almalıyızdır. Sonra çocukları evlendirmek ve günlük hırslara boğulan
hayatlarımızı papatyalar gibi koparıp vazoda yaşatmaya çalışırız.

Yaprakları solmuş ve suyu pis kokan o vazo, yaşamın gizli saklı
hainliklerine yataklık eder. Artık birbirimize dokunmadan, ellemeden yemekle
yatak odası arasında geçer gider en değerli zaman, hayatımız. Biz hiç
ölmeyecekmiş gibi sonsuzluk duygusu içinde gaflet uykularında kana bulanırız.

Kan çiçekleri derleriz düşlerimizde, ölümlü hayatlarla örülü
hayatlarımızın ölmüş sevdalarına ağıtlar yakarız düetlerimizde sessizce. Onları
hep daha iyi bir zaman ve başka günlere bırakırız, yaşanacak ne varsa. Gizli
bahçemizde açan çiçekleri tek tek yolup dökülen saçlarımızın yanına koyarız.

Telaşla koşarken eve yetişip yemek yapmak için ya da iş toplantılarının
tekdüze vurgusuna ayak uydururken verilecek taksitlerden daha önemli olmaz hiç
sevgiyle dokunmak birine.

Dokunmak, yaşamın en kutsal büyüsü kızıl akşam üstlerden koşarak gelen ve
avucumuza yanar bir top gibi düşen.

Dokunmak birine içten ve sevinerek bir çocuk gibi varolduğuna şükrederek.

Dokunmak, insanın insanla zenginleşen biricik yaratık olduğunun en güzel

kanıtı. Oysa dokunmadan geçip gideriz en yakınlarımızda salınan yaşamın
kıyısından, lağım akan kanallarda boğuluruz küçücük hırslarla bir gün bize hiç
lazım olmayacak.

Vakit olmaz yaşamak için.
Vakit kalmaz yaşamak için beni unutma çiçeklerinden taçlar yapmaya aşkın başına.
Öpüp koklamadan bir tenin yumuşaklığını, incir çekirdeğini doldurmaz
kavgalarda tükenir nefesler.

Kutsal nefeslerimizi en çirkin sözcüklere harcarız da düşünmeden, sevda
sözcüklerine yer kalmaz koskoca mekanlarda.

Dünyayı dar ederiz de herkeslere nedense yalnız gecelerde gözyaşlarımız
bizi affetmez.

Kavgalarda ve ağız dalaşlarında tüketiriz sevgilerimizi de aşklara hiç
ümit vaad edilmez çorak topraklarda.

Devedikenleri bile kururken bahçelerimizde baharın gelip geçtiğini
görmeden kapanır gönül gözü.

Gönül gözü kapalı olanın yiyeceği taş duvarlardır ev niyetine ve altın
bilezikleridir sarılacak sevdalar yerine.

Denizler uzak düşlerin maviliklerine saklanır da bir çocuk gibi, hiç selam
etmez bize bilinmeyenin gizli sırlarından.

Geniş zamanlar umarız bir gün sevgimizi söylemek için.

Hiçbir gün gelmeyecek o günün hatırına harcarız hovardaca bir ömrü.

Kanat çırpan aşklar bir kuş misali salınırken etrafımızda ya elimizde
sıkıp öldürürüz onları ya da kaçırırız uzak ülkelere geri dönülmeyen.

Aşk dokunmak ve sözden üretilen bir misk-u amberdir ki kokusu cihanı tutan.

Sözlerden kolyeler takıp ak gerdanlara dokunuşun sarı güllerini dermek
yaşamın hecelerini yanyana dizer.

Yüreğinin surları yalçın kayalarla desteklenmiş insan nasıl ulaşsın sözcüklere?

Bir kelebek misali yorulur kanatçıkları düşer yarı yolda boz toprak üstüne söz.
Gecelere düğümlenmiş tutkuların yaşama ipek bir yorgan gibi serildiği
günlerin özlemi fırtınalara yataklık eder ancak.
Bırak!
Ruhun öldüğü anlaşılsın.
Bırak!
Zaman sana hizmet etsin bıkıp usanmadan.
Savaşın acımasız rüzgarına emanet yaşamlar, emanet yaşamlar kadar hain,
sevgisiz ilişkilerin saldırısına uğrayan insan, karanlık yandaşlarına
çevirirken yüzünü, unutur gider yaşamın kutsallığına türkü yakan dilleri.
Kader değildir sevgisiz yaşamak.
Ölüler yüzerken etrafımızda nehirden su içmek zor gelebilir insana ama
yine de kutsaldır Ganj.
Zeytin yaprağının gümüş bakışında açılır kapılar aşka.
İçimize ılık zeytinyağı gibi akar sevdalar ve Akdeniz'in ruhu çırpınır
beyaz köpükleriyle yüreğimizde. Eğer zaman varsa yaşanacak.

"her akşam seninle yeşil bir zeytin tanesi
bir parça mavi deniz alır beni
seni düşündükçe gül dikiyorum ellerimin değdiği yere."
Aşk dokunmaktır gül yaprağı tene,
söz ise yarin attığı bir güldür taş niyetine.

 

 

 

YANKI

Bir adam ve oglu ormanda yürüyüs yapiyorlarmis.
Birden oglan takilip düsüyor ve cani yanip 'AHHH' diye bagiriyor.
İleride bir dagin tepesinden 'AHHHHH' diye bir ses duyuyor ve
sasiriyor. Merak ediyor ve 'SEN KIMSIN?' diye bagiriyor.
Aldigi cevap 'SEN KIMSIN?' oluyor.
Aldigi cevaba kizip 'SEN BIR KORKAKSIN' diye tekrar bagiriyor.
dagdan gelen ses 'SEN BIR KORKAKSIN' diye cevap veriyor.
Cocuk babasina dönüp 'BABA NE OLUYOR BÖYLE?' diye soruyor.
'OGLUM' diyor adam, DINLE VE  ÖGREN!' ve daga dönüp
'SANA HAYRANIM' diye bagiriyor.
gelen cevap 'SANA HAYRANIM!' oluyor.
Baba tekrar bagiriyor, 'SEN MUHTESEMSIN!'
Gelen cevap ; 'SEN MUHTESEMSIN!'
Oglan çok sasiriyor, ama halen ne oldugunu anlayamiyor.
Babasi açiklamasini yapiyor, 'Insanlar buna 'Yanki' derler,
ama aslinda bu  'Yasam'dir'. Yasam daima sana senin
verdiklerini geri  verir. Yasam yaptigimiz  davranislarin
aynasidir. Daha fazla sevgi  istedigin zaman daha çok sev!
Daha fazla Sevkat istediginde, daha  sevkatli ol! Saygi
istiyorsan  insanlara daha çok saygi duy. Insanlarin  sabirli
olmasini istiyorsan sende daha sabirli olmayi ögren.
Bu kural  yasamimizin bir parçasidir, her kesiti  için geçerlidir.' 
Yasam bir  tesadüf degil, yaptiklarinizin aynada bir yansimasidir

 

 

 

BİN MİSKET

Yaşlandıkça cumartesi sabahlarından daha fazla zevk alıyorum. Belki de
bunun sebebi ilk uyanan kişi olmanın getirdiği sessiz yalnızlık ya da
işte olmak zorunda olmamanın sağladığı mutluluktur.
Cumartesi sabahları yayınlanan bir sohbet programını dinlemek için
radyonun sesini açtım. Yaşlı bir adam Tom adında biriyle konuşuyordu.

Tom, işinle meşgul gibi görünüyorsun. Eminim iyi maaş alıyorsundur. Genç
bir adamın iki yakasını bir araya getirmek için bir haftada altmış veya
yetmiş saat çalışması , ailesi ve evinden bu kadar uzak olmak zorunda
kalması gerçekten zor. Kızının dans gösterisini kaçırmış olman
gerçekten çok yazık.

Sana anlatacağım bana önceliklerim konusunda daha iyi bir bakış açısına
sahip olmamda yardım etti. Bir gün oturdum ve biraz aritmetik yaptım.
Ortalama bir kişi yetmiş beş yaşına kadar yaşar. Biliyorum,bazıları
daha çok, bazıları da daha az yaşar. Ancak, ortalamada insanlar yetmiş
beş yaşına kadar yaşar. 75 ' i, 52 hafta ile çarptım ve ortalama ömre
sahip bir insanın tüm yaşamında sahip olacağı cumartesi sabahı sayısı
olarak 3900 rakamına ulaştım.

Tom,şimdi beni iyi dinle. En önemli kısmına geliyorum. Bütün bunları
ayrıntılı olarak düşünmeye elli beş yaşında başladım. Bu yaşıma kadar
iki bin sekiz yüzün üzerinde cumartesi yaşadım. Sonra düşünmeye
başladım: Eğer yetmiş beş yaşına kadar yaşarsam, yaşayacağım
cumartesi sayısı sadece bin adet olacak... Bir oyuncak dükkanına gittim
ve elindeki tüm misketleri aldım . 1.000 adet misketi bir araya getirmek
için üç tane daha oyuncak dükkanı ziyaret etmem gerekti.Hepsini eve
getirdim ve atölyemdeki radyomun yanında duran büyük, şeffaf bir
kavanozun içine doldurdum.

O günden sonra, her cumartesi kavanozdan bir tane misket aldım ve
attım. Misketlerin azaldığını gördükçe, hayatımdaki önemli şeyleri
daha fazla düşünmeye başladım. Hiçbir şey, dünyadaki zamanının akıp
gittiğini seyretmek kadar önceliklerini düzene sokmana yardım edemez.

Programı kapatmadan ve güzel karımı sabah kahvaltısı için dışarıya
çıkarmadan önce şimdi sana son bir şey daha anlatacağım... Bu sabah
kavanozun içindeki son misketi de aldım. Eğer önümüzdeki cumartesiye
kadar yaşarsam, bana biraz daha zaman verilmiş olacak. Hepimizin
kullanabileceği bir şey biraz daha fazla zamandır. Seninle konuşmak
çok güzeldi Tom. Umarım sevdiklerinle biraz daha fazla zaman
geçirirsin ve umarım bir gün tekrar görüşürüz.

 

 

 

 

 

HÜZÜNLERDE AĞLAMAK

Mesafeler koyduk araya
Kapattık kapılarımızı dostlarımıza
Bir merhaba demek için girmeleri gerekti sıraya
...
Ne kadar hasrettiler bir dost sese
Paylaşamadık o en coşkulu anlarını , seveceğimiz yanlarını


İnsanın öyle anları vardır ki tarif edilemez duygular yaşar.
Sevinir,duygulanır, hüzünlenir ve tam bu esnada kabaran duyguları
paylaşacak bir dost arar. O anda bir dost yüze ne kadarçok
ihtiyaç duyar. Ama genellikle bu dost yüzler bulunamaz. Çünkü bütün
dostlar o anda meşguldürler. Büyük işler peşindedirler.Maddeselleşen
dünyada madde peşinde koşturmaktan dostlara zaman kalmaz. Dostları
dinlemeye vakit bulamayız.İşte böylece paylaşılmayı bekleyen
duyguları paylaşamadan içimize atarız ya da doğmadan boğarız o
duyguları.Ben genellikle paylaşılmayı bekleyen duygularımı son
haddine kadar saklarım ola ki paylaşacak bir dost bulurum ümidiyle.
Dostlarımıza karşı kapılarımız sonuna kadar açık olmalı.
Dostlar istedikleri an bizi bulmalı, bir merhaba demek için günlerce
peşimizden koşmamalı.İnsanın her zaman sıcak bir dost sesine ihtiyacı vardır.

Görüşürüz ya salı ya çarşamba günü diye diye
Kaçırdık nişanı, düğünü.
Hayat denen suyun akışında birlikte çağlayamadık."


Peki bizler niçin vardık? Dostlarımızın en mutlu günlerinde
yanlarında olamadıktan sonra... Çoğu zaman bir kart ya da telgraf
göndermekle yetindik düğün, nişan davetlerine.Ve hep şöyle
yazdık: "Yoğun işim nedeniyle, daha önceden planlanan program
nedeniyle davetinize icabet edemiyorum.Siz değerli dostlarıma
mutluluklar dilerim" Evet dostlara böyle mekanik, solgun cevaplar
mı vermeliydik? Halbuki o sıcak dostlarımız bizleri aralarında
görmekten ne kadar mutlu olacaklardı. Hatta bu kıymetli anları güzel
bir fotoğrafla ölümsüzleştirip ömür boyu minnetle anılma şerefi elde
edecektik.

Gerçek dostların yanında değilken, onların davetlerine gidemezken
neler yaptık peki? Menfaatler uğruna hep gülücükler dağıttık
başkalarına içimizden gelmeye gelmeye. Zamanla öyle oldu ki bu sahte
davranışlar bizi de sahteleştirdi.Ama işin acı tarafı bu durumun
farkında bile değildik.

Ölümlerini bile geç duyduk da vaktinde ağlayamadık.

Yıllar önce bir yarım ekmeği bölüştüğümüz dostlar hastane
köşelerinde ya da evlerinin bir kıyısında günlerce dost bir yüz
aradılar.Sıcak bir ses beklediler. Bir merhaba eden olur mu diye hep
dost yolu beklediler. Haberimiz bile olmadı.Duymadık, duyamadık.
Çünkü dostları zaman zaman arayıp da halini hatırını sormayalı yıllar
oldu. Ajandamızdan adları bile silindi çoklarının.

Dostlar bir gün bu dünyayı terkettiler. Ölümlerini bile duyamadık. Son görevimizi hakkıyla yerine getiremedik.Cenazelerine gidip de
tabutlarına dokunamadık. Bir gül koyup ağlayamadık. İki damla göz
yaşı akıtıp geçmiş günleri yad edemedik bile....

Fakat şunu hiç düşünmedik .Yarın bu sonsuz yolculuğa bizi de böyle
yapayalnız uğurlayacaklar...
işte...

Bu hikaye hem acı, hem uzun
Selam vermeden geçiyoruz artık yanından komşumuzun


Hani bizim bir sözümüz vardı? " Komşu komşunun külüne muhtaçtır."
Bırakın külüne muhtaç olmayı artık görmüyoruz bile. Herkes
olabildiğince kabuğuna çekilmiş. Selam vermemek için yollar
değiştiriliyor ya da yanınızdan öylesine geçip gidiyor insanlar.

Oysa biz birbirimiz için vardık

İş deyip, çalışma deyip huzuru bahane edip, ekmek parası deyip
uzaklaştık dostlardan. Ama şunu unuttuk: Bütün kapılar aslında kendi
yüzümüze, kendi üzerimize kapandı. Şimdi bu kapıları açacak bir dost
arıyoruz.Geç farkettik taşın sert olduğunu.Ve asla bu kapıları açacak
birini bulamayacağız. Çünkü, biz kapıları içten kapattık. Anahtarı
içerde. Ancak kendimiz açabiliriz. Nasıl mı? En yakınımızdaki bir
dosta merhaba demekle, bir gülümsemeyle...
Haydi hemen şimdi bir kez deneyin...
Göreceksiniz işe yarayacak.Evet tüm dostlara merhaba...
Hayatı paylaşmak dileğiyle...

 

 

 

 

KENDİ KENDİNE SORULAR

Belki en büyük savaşları kendi içimizde yaşıyoruz, arzularımız
korkularımızla çarpışıyor, özlemlerimiz kuşkularımızla vuruşuyor,
hayallerimiz acı tecrübelerimizin bize kurduğu pusulara düşüyor,
mutluluğa doğru coşkulu bir koşu tutturma isteği en olmadık anda
kaçıp gidecek huzurun ihanetinden endişeleniyor.
Özgürlüğe kendimizi bir boşluğa bırakır gibi bırakma dürtüsü, bizim
özgürlüğümüzün bir başkasının esaretine yol açacağının tedirginliğiyle
kuşatılmışken biz özgür olabilir miyiz sorusu büyüyor içimizde. Geçmişe
olan borcumuz geleceği yaratma gücümüzü zayıflatıyor. Alışkanlıklarımız
heyecanlarımızla boğuşuyor. Kendi kendimizle savaşıp, cevaplarını
bilmediğimiz sorularla allak bullak oluyoruz. Bizim isteklerimiz
başkasına acı verecekse, isteklerimizden vaz mı geçmeliyiz, vazgeçmenin
bize çektireceği acı, sevdiğimiz birinin çekeceği acıdan daha mı az
yaralar bizi?

Sevdiklerimize olan borcumuz ne, peki kendimize olan borcumuz?

Bu hayatı nasıl yaşamalıyız?

Huzuru mu aramalıyız heyecanı mı?

Yaptıklarımızdan pişman mı oluyoruz yoksa yapmadıklarımızdan mı,
gelecekte hangisi takılır aklımıza?

Bizim mutluluğumuzun yolu bir başkasının mutsuzluğundan geçiyorsa,
değiştirmeli miyiz yolumuzu?

İnsan en büyüksavaşı kendi içinde veriyor. Birbiriyle çelişen
duygularımızla hırpalanıyoruz, kimsenin görmediği bir savaş alanı
gibi içimiz, kendi ölülerimizle doluyor, duygularımızdanhangisi galip
gelirse gelsin, patlayan duygularımızla birilerinin vurulacağını
biliyoruz artık. İsteklerimizi, coşkularımızı, özlemlerimizi
evcilleştirmeli miyiz, kendi kendimizin avcısı olup kafeslere mı
kapatmalıyız ruhumuzu?

Bilinmeyenin bizde yarattığı o çıldırtıcı merakın peşinden mi
koşmalıyız yoksa bilinmeyenden saklı olana duyduğumuz korkuyla
geri mi durmalıyız.
Ne yapmalıyız, bu hayatı nasıl yaşamalıyız?

Kendimizden başka bir dostumuzun, kendimizden başka bir ordumuzun
olmadığı bir savaşta bölünen ruhumuzun hangi tarafının zaferi
için uğraşmalıyız. Hangi tarafı tutarsak tutalım neticede yine de
bir tarafımıza ihanet etmiş olmayacak mıyız, ihanetsiz yaratılamayacak
bir geleceğin yükünü taşıyabilecek kadar güçlü müyüz?

Kaçsak, gidecek yerimiz yok, kendi kendimize tutsağız, savaşsak
vuracağımız başkalarıyla birlikte yine kendimiz olacağız.
Ayaklanmış duygularımızın birbiriyle vuruştuğu bir savaş yaşıyoruz.
Geçmişten geleceğe ancak savaşla geçebiliyor ruhumuz, geçmişi olanın
geleceği savaşsız yaratılmıyor. Hem mutlu hem huzurlu, hem coşkulu hem
korkusuz, hem arzulu hem kuşkusuz olamaz mıyız,geleceği başkalarının
hayatlarına dokunmadan, onlarda acınacak yaralarla yaralanmadan
yaratamaz mıyız?

Nedir bu savaşın ardındaki sır, hangi buyu bizi bizimle vuruşturuyor,
hangi korkunç kader geçmişimizi geleceğimizle çarpıştırıyor?

Huzur bütün duygularımızı barış içinde tutmaksa eğer, hiç mi huzurlu
olamayacağız, bir huzursuzluğa mı mahkumuz?

En korkunç savaşı kendi içimizde yaşarken, ne yapmalıyız?

Kim akıl verebilir bize? Kim bize yol gösterebilir?

Savaşa savaşa, her savaşta bir parçamızı öldürerek mi yürüyeceğiz hayatın içinde?

Her mutluluk bir acıdan mı süzülecek?

Pusularla, ihanetlerle, saldırılarla, geri çekilmelerle, mütarekelerle,
kaçışlarla, esaretlerle dolu bir savaşı yalnız başımıza yaşıyoruz, kim
galip gelirse gelsin bir tarafımız hep yeniliyor.
Yenilmeden galip gelemiyoruz.
Her zafer bir yenilginin izini bırakıyor derinimizde.
Zaferlerimiz kadar da yenilgilerimiz oluyor.
Kendi kendimizle savaşarak yürüyoruz.
Ve savaş, biz bittiğimizde bitiyor ancak.